İSA (A.S) BİR AĞACIN ALTINDA İBÂDET EDEN BİRİNİ GÖRDÜ;
-Dikkatlice baktığında adamın ayakları felçli olduğunu anladı.
-İki gözü'de görmüyordu.
-Vücudunda ise; baras hastalığı olduğu anlaşılıyordu. Ama adam bütün bunlara rağmen, mutluluktan uçacakmış gibi dua ediyordu:
“Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim..! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!..”
-İsa (a.s) adama yaklaştı:
- Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor..?
-Peki hangi nimettir, nice zenginlere verilmediği halde sana verilen..?
Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen adam dedi ki:
- Allahü teâlâ bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple O’nu tanıyorum.
Öyle'de bir dil vermiş ki, O'dille'de O’na şükrediyorum.
Halbuki, dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var'ki, kalbinde O’nu tanıma sevinci, dilinde'de O’na şükretme mutluluğu yoktur.
-Ama Rabbim bana bu sevgiyi ihsan eylemiş.
İsa aleyhisselam;
– “Ver şu elini öyle ise.!” diyerek elinden tutar, gözlerinden öper. Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır.
Karşısındakinin İsa aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam:
-Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi Peygambersin, der.
Sonra'da ayakları üzerine kalkabildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur:
- Yâ Nebiyyallah..! Sendeki bu mucizeler'de O’ndan değil'mi..?
Öyle ise izin ver'de geç kalmayayım, O’na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye koyar ve der'ki:
-Rabbim.!
Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan âcizken, şimdi gören bir'çift gözle, yürüyen iki'de ayak lütfettin.
-Artık bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında?”
Adam bunları söyledikten kısa bir zaman sonra ruhunu teslim eder.
Hadiseye şâhit olanlar İsa(a.s)derler ki:
- Yâ Nebiyallah..! Onu secdeye indiren nimetlere biz'tâ baştan beri sahibiz. Ama hiçbirimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık.
İsa (a.s) onlara şöyle buyurur:
- Öyle ise; tefekkür edin, siz'de düşünün! Düşünen, sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini mahrûmiyette sanır.!
İnsanoğlu nimet içerisinde iken Nimetin kıymetini idrak edemez.
Balık suda iken suyun kıymetini bilmediği gibi. Ne zaman'ki su’dan bir mahrumiyet olur işte o zaman çırpınmaya başlar ama iş'işten geçmiştir...
-Artık yolun sonu görülmüştür.
Ya Rab..! Zatının, sıfâtının, esmâının, efâlinin hudutsuzluğunca verdiğin nimetlere şükürler Olsun. Amin
ÂŞK NEDİR..?
HZ. MEVLÂNA’YA GÖRE ÂŞK,
DÜNYAYA ÂİT BİR DUYGU DEĞİLDİR.
ÂŞK İNSANLARA ÂİT DEĞİL,
ALLAH'Û TEÂLA'YA ÂİT'TİR;
-Ancak Allah(c.c) İnsanı Halifesi Olarak İlan Edip Ruhuna Üfledikten Sonra,
-Kendisindeki Bu'duyguyu,
İnsanın'da Mayasına Karıştırmıştır.
-Kimin Gönlüne Âşk Tohumu Düşerse, Sarmaşık Gibi İnsanın Bütün Duygularını Sarar, Sarmalar.
-Kimin Gönlüne'de Âşk Ateşi Düşerse, Âşktan Gayrı Ne Varsa,
Hepsini Yakar Yandırır Der, Âşıklar Sultanı Hz.Mevlâna…
-Âşık Olan İnsanın Bütün Hayatı, Sevdiceğine Adanmıştır.
-Seven İnsan Herşeye Sevdiceği İle Bakar,
O'nunla Görür, O'nunla Konuşur Hayatındaki Herşeyi O'na Göre Ayarlar,
-Çünkü İnsanın Sevdiği Mutluluk
Ve Huzur İçindeyse, Seven'de Ancak
O'zaman Mutlu
Ve Huzurlu Olur.
-Gerçek Âşkta Seven Yoktur Sadece Sevilen Vardır.
-O'nedenle Sevenin Gözü'kör Kulağı'sağır Olur, Derler.
Yani Seven;Sevdiğinden Gayrı Hiçbir'şeyi Ne'duyar, Ne'görür.
-Ortada Bir'adanmışlık Vardır, Kişinin Kendi Yoktur, Geriye Sadece Sevilen Kalmıştır.
-Âşk Sevdiğine Teslim Olmaktır.
Âşk Sevdiğini Memnun Etmektir.
-Onun İçin Hz. Mevlâna bir Divanı Kebir Beytinde Şöyle der;
-Âşk Dileği İsteği Yapıp Yapmama Arzusunu İrâdeyi Tümüyle Terketmektir.
Bu İlâhi Âşkın Değil, Bizâtihi Âşkın Tanımıdır.
-Çünkü Karşı Cinse Duyulan Beşeri Âşk İle Cenâbı Hakk’a Duyulan İlâhi Âşk, Özü İtibâri İle Aynıdır.
Bir'kızı Veya'erkeği Sevdiğimizde Aslında Biz O'yüzün Arkasındaki Onun Yaratıcısını Seviyoruzdur Çünkü.
-Ama Bilmeden Sadece Simâya, Sûrete, Şekle Takılır Kalırız.
-Aslında İşin Hakikatı Bizler Sevdiğimizde Onu Yaratanı Görür, O'nu Severiz,
Onu Yaratana Âşık Oluruz Bilmesekte…
-Kâmil İnsanlar İse; Kimin İçin Sevdiklerini Bildikleri İçin,
-Direk Rabbâni aşkın İçine Düşerler.
-Hz.Mevlâna, Âşk Nasip'işidir, Hesap'işi Değil.
Âşk Adayıştır,
Arayış Değil'der.
-Cenâb Allah’ın
Bir'kula En'büyük Lûtfu Keremi Ona Âşk’ı Nasip İşidir.
-Âşk’a İnanmayanlar Bunun İçin İnanmıyor.
AllahûTeâla Âşk’ı Herkese Nasip Etmiyor.
ÂŞK ALLAH’TAN (C.C) GELENE RAZI OLMAKTIR...!!
-Âşk, Arapça "IŞK" Kökünden Gelir Ve Sarmaşık Anlamına Gelir.
-ÂŞK İbâdet, Şükür, Kanaattir.
Aşk Arapça Bir Kelime Olup,
Ayn, Şın Ve Kaf Harflerinden Oluşur.
-Hz. Mevlâna, Ayn İbâdet, Şın Şükür Ve Kaf Harfininde, Kanaati İşâret Ettiğini Söylemiştirki, İlâhi Âşk İçin Olmazsa Olmazlardır.
-Kanaat Edebilmek İçin Şükür,
-Şükredebilmek İçin İse İnanç Ve Teslimiyet Olması Lâzımdır.
-Kanaat Anladığımız Mânada, Kıt'kanaat Geçinmek Bir'lokma, Bir'hırka Demek Değildir.
-Kanaat Her Ama Herşeyin, Allah’tan(c.c) Geldiğini Bilerek O’ndan Gelene Razı Olmaktır.
-Hüsnü"zan İle Yapılan Her'güzellik Hak'katında İbâdettir.
-Âşk Sevgiliyi Memnun Etmektir.
-BİZ ANCAK ŞÜKREDEREK KANAAT ETTİĞİMİZ ZAMAN ALLAH'TAN C.C)RAZI,OLABİLİRİZ.
-Aslında Her'insan Allah’a(c.c) Âşıktır, Ama İmtihanımız Gereği Bize Musallat Edilen Şeytan, Nefis,
-İnsanı Nefsâni Ve Dünyevi Şeylerle Meşgul Edip Gaflete Daldırır Ve Âşkımızın Farkına Varmamamız İçin,
Sürekli Oyalar.
-Cenâbı Allah Kâinatı Yaratmadan Önce Ruhlar Âlemini Yaratmıştır.
-Ruhlar Âleminde Dünyadaki Geçmiş, Şu'an Yaşayan Ve Gelecek Olan Milyarlarca İnsanın Ruhunu,
-Velhasıl Ruhların Hepsini
Bir'anda Yaratmıştır.
-İşte O'zaman Cenâbı Allah Bütün Ruhlara Hitâben;
-Elestü Bi'Rabbiküm
(Ben Sizin Rabbiniz Değil'miyim)Buyurunca Bütün Ruhlar Kâlû Belâ (Evet, Sen bizim Rabbimizsin)Dediler.
Ve'hepsi'de Birbirine Şâhit Tutuldu.
-Mevlâna Hazretleri
O'gün Kâlu Belâ’da
O'sesi Duymayan
Bir'kişi Varsa,
Ben İmansızım'der.
O'kadar Büyük Bir Yemindir'ki Bu.
-Demek Oluyor'ki;
O'Elest Hitâbında Yaratılan Ve Yaratılacak Herkes Cenâbı Hakk'ın Sesini İşitmiştir.
Yani Aslında,Biz Âşkı İlk'defa Orda Tattık.
-Kıyâmet Gününde Biz'bundan Habersizdik Demeyesiniz Diye,
-Hani Rabbin, Âdemoğullarından, Onların Bellerinden Zürriyetlerini Çıkarmış Ve Onları Kendilerine Şâhit Tutarak Ben Sizin Rabbiniz Değil'miyim (demişti.) Onlar'da Evet (Rabbimizsin) Şâhit Olduk Demişlerdi.
(Araf Sûresi;172)
-Bütün Ruhlar Coşkuyla,
Büyük Bir Âşkla,
Kâlû Belâ;
(Evet, Sen Bizim Rabbimizsin)Dediler.
-Rabbimiz Bütün Ruhlara Maddi, Mânevi Lâtifelerle Donatılmış Bu'beden Elbisesini Giydirdi. Ezelde Kaderi Belirlenen Ruhlar, Vakti Geldiğinde İmtihan İçin Dünyaya Gönderiliyor.
-Allah(c.c) İmtihan Gereği Nefis Ve Şeytan Denen Düşmanlarıda Bize Musallat Etti.
-İmtihanımız Nedir Hz.Mevlâna Ruhlar Âleminde Söylediğimiz “bela” Yani Allah’ım(c.c) Seni Seviyorum, Sana Âşığım, Sözünü İspat Etmek İçin İmtihan Oluyoruz, der.
-Dinen Reşit Olduğumuzda'da; İmtihanımız Başlıyor, Ve Artık Bu Sözümüze Sâdık Kalmalıyız.
-İnsâni Âşk İlişkisinde Bile,
Kuru Kuru Seni Seviyorum Diyen Birinin Sözümü Daha İnandırıcıdır,
Yoksa Mesela Bir'hediye Vererek Seni Seviyorum Diyenin'mi,
-Veya Sevgiliyi Memnun Etmek İçin Sıkıntıya Katlanarak Seni Seviyorum Diyenin'mi..?
-Şu Bir'gerçek'ki;
Söz İle İfâde Edilen Sevgiden,
Hâl İle Ortaya Koyulan Sevgi,
Saygı Elbet Çok Daha Derin Ve Gerçektir.
-Allah’a(c.c) Âşkla Söylediğimiz O'seni Seviyorum Sözünü İspat Etmek İçin Dünyadayız.
-ÂŞK BİR DÂVÂ'YA BENZER,
CEFÂ ÇEKMEK'DE DÂVÂNIN'TANIĞIDIR.
TANIĞI OLMAYAN HER DÂVÂ, MUTLAKA KAYBEDİLİR.
-CEFÂ, IZDIRAP, KEDER,
SENİN ÂŞKININ TANIKLARIDIR.
Hz. Mevlâna,
-Hz.Mevlâna Mesnevi'sinde Der'ki;
-Daha Dünya Kurulmadan Bize Dâvâ Açıldı. Allah'a(c.c) Olan Âşkını İspat'et Diye.
-Mahşerdeki Büyük
Mahkemede,
Allah'a (c.c)Olan Âşkımızın Şâhitleri,
-Çektiğimiz Hastalıklar, Dertler, Sıkıntılar, Üzüntüler, Ve Sabrettiğimiz İbâdetler, Haramlar, Günahlar Olacaktır.
-Rabbimiz Bazı İnatçı İnanmayanlara;
Hiç Hastalık, Dert, Izdırap, Sıkıntı Vermiyor'ki;
Allah’ı(c.c) Hatırlamasınlar.
-Firavunun Ömrü Boyunca Başı Bile Ağrımamış.
-Başımıza Gelen Her Mûsibet,
Allah’tan(c.c) Bize Gelen İlâhi,Mesajlardır.
-Eğer'ki Bizler,
Dert Ve Sıkıntılarımızın Sevgilimiz Olan Cenâbı Allah’tan Geldiğini Anlayabilirsek,
İşte O'zaman,
İçindeki Rahmeti Fark Ederiz.
-Çünkü Rabbimiz Rahman ve Rahim, Merhametlilerin
En'merhametlisidir.
Dolayısıyla'da Sevinç Duyar,
Lütf'edilen Bu'nimete Bol Bol Şükrederiz. Mahçup Etme Rabbim.
YORUM | Prof. Dr. MUHİTTİN AKGÜL
Hiç şüphesiz ki, Ramazan Ayı’nın bize hatırlatacağı en önemli huşulardan birisi de, bu ayda peygamberliği evrensel manada müjdelenen Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’dir. Takva bilinciyle orucunu tutan mü’minler, bu ayda Allah Resûlünü evlerine misafir etmiş ve aynı zamanda, iftar ve sahur sofralarına onu da davet ederek katmış olmanın heyecanını yaşarlar. Peki kimdir bu misafir ettiğimiz Kutlu İnsan?
Yaratılışın gayesi, marifet-i İlâhidir. Bu marifete ermede rehber, Yüce Yaratıcı’nın insanların içlerinden seçmiş olduğu peygamberlerdir. İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir. İnsanlık tarihinin farklı zaman dilimlerinde, aklın ulaşamadığı noktalarda, yol gösterici ve işaret belirleyici de işte bu peygamberlerin bulunduğu nübüvvet müessesesidir. Ve bu sarayın kubbesindeki son taş, tamamlayıcı ve sona erdiricisi ise Hz.Muhammed (s.a.s.)’dir.
Bir adı da Mustafa olan Allah Resûlü (s.a.s), insanların içlerinden seçilen bu seçkin şahsiyetlerin arasından süzülen ve böylece iki kez seçime tabi tutulan Yüce bir Şahsiyettir. O, kıyamete gelecek insanlara, varlığın gayesini öğretmiş, her alanda ideal insan olma örnekliğini yaşantısıyla göstermiş, dünya-ahiret arasında olması gereken dengeyi yerine oturtmuş, insanların fıtratlarına su ve hava gibi muhtaç oldukları gerçek din duygusunu yerleştirmiş, beşer hayatında uygulanması insanı mutluluğa götüren ideal kuralları belirtmiş ve insanların her zaman muhtaç oldukları güzel ahlak ilkelerini, onlara eksiksiz olarak talim buyurmuştur.
Hayatına kuş bakışı bakıldığında hemen ilk anda onun, Yüce Yaratıcı’nın vahyi kontrolünde hareket ettiği, vazifesi karşılığında en küçük maddi bir beklenti içinde olmadığı, samimiyetin zirvesinde bulunduğu, insanları Allah’ın birliği ve varlığına davet ettiği, hedef ve gayesinin de son derece açık ve net olduğu görülür.
Hayatı yakından gözlemlendiğinde ve yaşantısına bakıldığında, hemen göze çarpan şeylerin, söz ve davranışlarında benzersiz uyum ve doğruluğu, emanet noktasında zirvede oluşu, üzerine aldığı kudsî görevi yerine getirmedeki titizliği, ortaya çıkan karmaşık meseleleri son derece rahat, kolay ve herkes tarafından benimsenen bir şekilde çözüme kavuşturması ve her türlü günah ve kötülükten de uzak olduğu görülür.
Son, evrensel bir peygamber olması ve Yüce yaratıcı nezdindeki konumundan dolayıdır ki, kendisinden önceki peygamberler ve onlara gelen Kudsi beyanlar ondan bahsetmiş, geleceğini haber vermiş ve geleceğini müjdelemişlerdir. Bu müjde ve haberler, o kadar açık ve detaylıdır ki, diğer din mensuplarından bazıları, kendi evlatlarını tanıma rahatlığı ölçüsünde ona ait özellikleri kitaplarından öğrenmiş, onda görmüş ve ona inanmışlardır.
Her peygamber gibi vahye mazhar olmuş, peygamberliğinin delili olması açısından herkesi ilgilendirecek ve herkesin rahatlıkla anlayacağı derecede açık ve büyük mu’cizelere mazhar olmuştur. Kendisine Kur’ân gibi ebedi ve her türlü tahriften uzak olan bir Kitap verilmiş, sürü sürü kuşlar (ebâbil), onun ve ümmetinin kıblesi olacak Ka’be’yi koruma altına almış, göğsü şerhedilmiş, beşerin idrak sınırını aşacak mahiyetteki İsra-Mi’rac gibi öteler ötesi kudsi bir yolcuğu, bütün bir insanlık adına o yapmış, peygamberliğinin bir delili olarak ay ikiye yarılmış ve semanın kapıları şeytanlara kapatılarak, insanların bu noktadan aldatılmalarının önü kesilmiştir.
Yaşadığı hayatın her karesi, seçilmişliğinin ve ulaşılmazlığının ayrı bir yönünü meydana teşkil etmiş, şakalarında bile yalanın en küçüğü onun semtine uğramamış, dünyaya teşriflerinden, vefat anına kadar başına gelen pek çok sıkıntı, eziyet ve musibet karşısında, olağan üstü bir sabır göstermiş, kendisine, yakınlarına ve dostlarına yapılan sayısız insanlık dışı davranışlar karşısında beşer üstü bir af ve müsamaha örneği sergilemiş, içine bütün insanları hatta hayvanları dahi alacak genişlikteki merhametiyle, etrafındaki dost-düşman herkesin dikkatini çekmiş, bir beşer olarak her şeye ulaşması ve elde etmesi mümkünken, son derece mütevazi ve sâde bir hayat yaşamış, yaptığı işlerde en küçük bir beklenti içinde olmamış, sıkıştırıldığı ve tek başına kaldığı zamanlarda bile asla bir yılgınlık ve ümitsizlik emaresi göstermemiş, Allah’a kulluk noktasında da herkesten daha ileri ve daha derin olmuştur. Hâsılı Hz.Muhammed (s.a.s.), güzel ahlak denilen bütün nitelikleri, en kâmil anlamda ve en zirve noktada temsil etmiş ideal bir örnektir.
Cenab-ı Hakk bu şerefli elçisini, mânevi günahlardan koruyup, lekesiz ve eksiksiz olmasını dilediği gibi, onu aynı zamanda insanlardan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı da korumuştur. Ölümle yüz yüze geldiği ve artık kaçışın mümkün olmadığı pek çok tehlikeli noktada onu muhafaza etmiş ve düşmanlarının başvurduğu her türlü komployu bertaraf etmiştir.
Günümüz dünyasının muhtaç olduğu gerçek barış ve farklılıklarla beraber yaşama örneğini en açık bir şekilde yaşayarak göstermiş, aynı şehri ve aynı mahalleyi, farklı din ve inanç mensuplarıyla paylaşmış, onlarla ideal komşuluk ilişkileri kurmuş, davetlerine hayır dememiş, alış-veriş yapmış ve cenazelerine bile saygıda kusur etmemiştir.
Evet o, son peygamberdir. Nübüvveti, bir ülke ya da belirli bir zaman dilimini değil, bütün zaman ve mekanları içine alan evrensel bir nübüvvettir. Hatta o, cinlerin de peygamberidir. Eşleri, mü’minlerin anneleridir. Geçmiş-gelecek bütün günahları af garantisindedir. Diğer peygamberlerden onun adına söz alınmış, Kevser verilmiş, Kur’ân’da adıyla kendisine hitap edilmemek suretiyle bizlere, ona karşı göstermemiz gereken saygının da ölçüsü belirtilmiştir. İlâhî ve büyük bir lütuf olduğu minnetiyle hatırlatılmış, kendisine itaatın Allah’a itaat olduğu vurgulanmış, sadece dünyada değil, âhirette de, insanlara ve peygamberlere şahidlik yapma gibi büyük bir makamla taçlandırılmıştır.
Erişilmez yüce şahsiyeti karşısında, sadece ona inananlar değil, başkaları da hayranlıklarını gizleyememiş, göğün yere bu değerli armağanı karşısında temenna durmuşlardır. Michael Hart gibi kimseler kaleme aldıkları “Yüz Ebedî Şahsiyet” adlı eserlerinde, onu birinci sıraya yerleştirmiş, Alman Büyük Devlet Adamı Bismarc ona olan hayranlığını: “Sana muasır bir vücut olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed!” sözleriyle dile getirmiş ve 1927’deki Uluslar Arası Hukuk Kongresi, ona olan medyuniyetlerini, sonuç beyanamelerine ekledikleri: “İnsanlık, Hz. Muhammed’le övünür. Çünkü O Zât, ümmî olmakla beraber, on üç asır evvel öyle bir hukuk sistemi getirmiştir ki, biz Avrupalılar iki bin yıl sonra onun kıymetini anlasak, mesut ve bahtiyar oluruz.” ifadeleriyle ortaya koymuşlardır.
Ümmetine düşen görev, ona inanma, itaat etme ve sevmenin yanında, birer kristal gibi değerli Kur’ân âyetlerinin, yaşayan canlı örneği olan Allah Resûlündeki insani nitelikleri üzerlerinde taşımaları ve O’nu bütün insanlığın tanıyıp sevmesi için, dünyanın her yerinde eksiksiz ve kusursuz bir şekilde tanıtmaya gayret göstermeleridir.
Yüce Rabbimiz bizleri, bu Yüce Şahsiyetin gerçek anlamdaki ümmeti olma şerefine erdirsin!
BİR GÖK TAŞI (ENEL-HAK) HİKÂYESİ BU;
-Çok Eski Yıllarda Bir Gök'taşı Varmış.
Evrende Yalnız Başına İmiş, Milyonlarca Sene,
Tek'başına Dolaşmış Durmuş..!
-Bir'gün "O"nu,Görmüş Uzaktan,
Çok Isınmış O'na Yakınlaşma İsteği Duymuş İçinde,
En'kuvvetlisinden,Cezbetmiş,
Kendine'Çekmiş"O"Güneş'miş.
Yaklaştıkça Güneşe,
Daha Çok Sevmiş,
Sevdikçe Dahada Yaklaşmış.
-Ve Âşık Olmuş Güneşe.
Âşkı O'kadar Artmış'ki;
Sürekli Güneşin Etrafında Dönmeye Başlamış Gök'taşı.
Milyonlarca Yıl;
O'güneşi Seyretmiş,
Döndüğü Yörüngesinden.
-Ama Artık Âşkı Dayanılmaz Bir'halde Gelmiş.Güneşe
O'kadar Âşık Olmuş'ki
Âşkından Yanmış Bitmiş Yok'olmuş Âdeta.
-Ve Artık Bir'karar Vermiş,
Gitmek İçin Güneşe.
"Dur Demişler " Diğerleri, Gitme Yoksa Yanarsın.
Orası Çok Sıcaktır Seni Eritir, Yok Eder,
-Orada İkinci Bir'varlık Olamaz Sadece " O " Vardır Orada İkilik Olmaz Demişler Ama, Nafile;
-Gök'taşının Âşkı
O'kadar Fazlalaşmış ki Artık; Dayanamıyormuş
Ve Atmış Kendini, Güneşe Doğru Gitmeye Başlamış Yaklaştıkça Güneşe Daha Çok Isınmış Yanmaya Ve Erimeye Başlamış,
Güneşe; Yani Âşkına
O'sonsuz Güzele Ulaştığında,
Varlığından Hiç'bir Eser Kalmamış Artık (fenafillah.)
-İşte O'anda Güneş Ona Tebessüm'etmiş.
Hoşgeldin'demiş Güneş,
Şefkat Dolu Bir'sesle.
Zaten Sen'benden Var'olmuştun
Bizde'seni Özlüyorduk, Bekliyorduk,
-Demek Bize O'kadar Âşıksın'ha,
Kendi Varlığından Vazgeçecek Kadar'mı Âşık Oldun Bize'demiş..!
-Evet'demiş Göktaşı Bedensizlik Halinde, Sana'çok Âşıkım'ben,
Ey'aslım Demiş; Hüngür,Hüngür Ağlayarak..!
-Peki'demiş Güneş; Madem Sen Bizim İçin Kendi Varlığından Vazgeçtin,
-Bize'yakışanda;
"Seni Yok'etmek Değil, BİZ'etmektir " Demiş. (bekabillah)
-Andolsun;
İnsanı Biz Yarattık Ve'nefsinin Ona Ne'vesveseler Vermekte Olduğunu Biliriz..!
-Biz'ona;
Şahdamarından Daha Yakınız.
(Kaf Sûresi:16)
Customers have questions, you have answers. Display the most frequently asked questions, so everybody benefits.
Copyright © 2020 Sufi Therapy Counssellin - All Rights Reserved.
Powered by GoDaddy Website Builder
KİTABU'L ASFÂR Muhyiddin İbni Arabi & By @yokokadr Faruk Arslan
Satına alma platformları
GOOGLE PLAY https://play.google.com/store/books/details?id=ViKDEAAAQBAJ…